Mine günlerin nasıl geçtiğini anlamazdı. Yıllar arkasından akıp giderken o sürekli eksik olmanın kaygısını yaşar etrafındaki her konuyla ilgilenmeye çalışırdı. Sürekli uğraştığı için etrafındakilerin istekleri de bitmezdi. Bazen şevkle bazen söylenerek yetmeye çalışmak için büyük efor sarf ederdi. Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Mine ileri yaşlara doğru adım atarken huzur yerine yorgunlukla baş başa kaldı. Her iki cümlesinden biri “keşke” ile başladı. Geçmişe olan özlemi sade bir hayatı tercih etmemesi üzerineydi. Kendine ayırmadığı, durup sakinleşmediği her an şimdilerde öcünü alırcasına yalnızlaştırmıştı onu. Çevresindeki herkes çıkarları biter bitmez çekilmişti köşesine. Arz talep dengesi doymak bilmiyordu. Mine her geçen sene yitirdiği becerileriyle bu tempoya karşı yenik düşüyordu. En zoru da bu durumu kabul etmekti… Hadi Mine’nin hikayesi üzerinden kendimize şu soruyu soralım; Dünya’ya Neden Geldim? Hepimizin uğraşıları, amaçları, görevleri, hayalleri, ulaştıkları, başarısızlıkları var. Peki tüm bunlar arasında kendimize ne kadar yer var? Koşuyoruz hepimiz, maraton koşuyoruz. Bazen daldan dala atlayarak bazen de derdimiz kederimiz içinde boğularak.. Oysa başı sonu belli olan zamanın yolcularıyız hepimiz. Yüz yıl sürse de yirmi yıl sürse de hatları çizilmiş sınırların güzergâhında yürüyoruz. Mayına basıp basmamak ise tercihlerimizden ibaret. Memnuniyet uğruna harcadıklarımız doyumsuzlara adanmış bir ömür demek. Bizi yok edene kadar sömürmeleri demek.. Devamız ölçü de, sadeleşme de, sakinleşme de. Hemen başlayın, şimdi, şu anda. Kim bilir belki de vaktiniz bitmek üzeredir.