İŞTE O ESER
Sorumluluk emek ister
Sorumluluk, “ben” duygu ve düşüncesinin “biz”e dönüşmesidir. Kişinin kendisini düşündüğü kadar başkasını da düşünmesidir. Bir toplumun bireylerinin büyük çoğunluğunun bu bilince erişmesinin temel nedeni, içinde bulunduğu sisteme bağlıdır. Osmanlı toplumu, feodal bir yapıya ve otokratik bir yönetime sahiptir. Bu yapı, ailede de aynı özellikleri taşır. Erkek, egemen bir figürdür. Ailede de erkek egemen, kadın ise ikinci sınıf vatandaştır. Kadın, baskı altındadır. Çocukların eğitimi büyük ölçüde erkek egemen bir anlayışla yapılır. Böyle bir toplumda çocuklar, “ben” duygusu ve düşüncesiyle yetişir. Türkiye Cumhuriyeti, böyle bir toplumun devamıdır. Padişahın kulu olan bir toplumdur.
Atatürk, millî ve demokratik bir toplum oluşturmak istemiştir. Devrimlerini bu yönde yapmıştır. Bir aydınlanma dönemi başlatmıştır. İnsanlarımızı kulluktan kurtarıp özgür bireyler ve yurttaşlık bilinci gelişmiş bireyler olarak yetiştirmek istemiştir. Bunun için de ailede iş başlamış, kadınlara eşit haklar tanınmış, çocukların kişiliğini olumsuz etkileyen ailedeki eski baskıcı sistem değiştirilmiştir. Çocuklar, kişiliklerini ailede edindikleri sorumluluk bilinciyle geliştirirler. O dönemde anneler, çocuklarına önemli haklar tanımış; sorumluluk duygusu ve eğitimi büyük ölçüde annelere verilmiştir. Bundan sonra görev, okullara verilmiştir. Bunun için eğitim bilinci kazandırılmış, bireyler öncelikle ailede yetiştirilmiştir. Uzun araştırmalar sonucunda yapılan eğitim sistemi, millî ve demokratik özellik taşımaktadır. Uygulanan sistemde, kulluktan kurtarıp yurttaş bilinci oluşturan Köy Enstitüleri açılmıştır. Bu okullara, insanları kulluktan kurtarıp yurttaş bilinciyle sorumluluk sahibi bireyler yetiştirme misyonu verilmiştir. Bu şekilde yetişen bireylerin sorumluluk bilinci de gelişmiştir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Atatürk’ün dış siyasetten uzaklaşılması, emperyalizmle ilişkilere geçilmesi, ABD emperyalizmiyle bağlayıcı ikili antlaşmalar yapılması, Atatürk’ün toprak devrimini yaptığı, insanlarımızı feodal toplum yapısından kurtarmak istediği dönemin boşa gitmesine neden olmuştur. Ancak bu çaba, yarım kalmıştır. 1949 yılında ABD ile yapılan Eğitim Komisyonu antlaşmasıyla birlikte, eğitim sistemi dönüştürülmeye başlanmıştır. ABD’nin isteklerinden biri, Köy Enstitülerinin kapatılmasıdır. 1946 yılında Hasan Ali Yücel’in Millî Eğitim Bakanlığından alınması, 1954 yılında da Köy Enstitülerinin kapatılması, eğitim sistemimizi çökertmiştir. Köy Enstitülerinde yetişen idealist ve sorumluluk sahibi nesil yok edilmiştir. Kapitalist emperyalizm, insanları bencil yetiştirmeye devam etmiştir. 1980’den sonra tamamen dışa açılarak komşuluk, imece anlayışımızdan uzaklaşmaya başlanmıştır.1980’den sonra toplumda “ben” egemen olmuştur. İnsanların büyük bölümü sadece “ben”i düşünür olmuştur. (Beni sokmayan yılan bin yıl yaşasın!) Toplum, Atatürk dönemiyle medeni bir seviyeye ulaşmışken şark kurnazlığına, emperyalizmle ilişkiye geçildikten sonra ise tekrar bu şarklı anlayışına geri dönmüştür. İnsanlarımız sürekli özelliklerini kaybetmeye başlamışlardır. Emperyalizmin etkisiyle, kişisel menfaat anlayışıyla biz olma özelliklerini yitirmiş, “ben” olmuşlardır. Sorumluluk ise bireyde başlar, ben anlayışından uzaklaşır. Toplumsal değişim, düz bir çizgi şeklinde olmaz; bazen ileriye, bazen geriye doğru oluşur. Nereye kadar savrulduğumuza bir örnek: 1990’lı yıllarda Avrupa Birliği temsilcisi Karen Fogg, “Türk halkını ve gençliği kendi tarihinden koparın!” diyerek yazarlar, aydınlar ve gazetecilere talimat vermiştir.
1930’lu yıllardaki fotoğraflarla günümüzdekileri karşılaştırırsak geldiğimiz noktayı daha iyi anlarız. 1930-1940’lı yıllarda özellikle Köy Enstitülerinde idealist, eşit, özgür ve biz duygu ve düşüncesiyle cumhuriyet insanı yetiştiriliyordu. Buna bir örnek verelim: Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, hafta sonunu geçirmek üzere Hasan Oğlan Yüksek Köy Öğretmen Okulu’na gidiyor. Cuma gecesini orada geçiriyor. Akşam yemeğinde de onlarla yiyor. Cumartesi günü Köy Enstitülerinde hafta boyunca yapılanların muhasebesi yapılıyor. Cumartesi günü yapılan toplantıda (tüm okul dahil), Cumhurbaşkanı da vardır. Kürsüye bir öğrenci çıkar ve konuşur: “Dün akşamki yemekte, kimseye ayrıcalık tanımadan, Cumhurbaşkanımıza farklı yemek verilmiştir. Halbuki biz, bize herkesin eşit olduğunu, kimseye ayrıcalık yapılamayacağını öğrettiniz.” Bunun üzerine, Okul Müdürü Rauf İnan, kürsüye gelerek öğrenciye yanıt veriyor: “Öğrenci kardeşimiz doğru söylüyor, ancak onun bilmediği bir şey var. Cumhurbaşkanımız şeker hastasıdır, o nedenle zorunlu olarak ona uygun yemek yaptık.”
Günümüzde gelinen noktada, başta kadına verilen değer ortada. Her yıl 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü kutluyoruz ama her gün kadınlarımız cinayete kurban gidiyor. Ailedeki fiziksel ve psikolojik şiddet, çocuk eğitimine de yansıyor ve çocuklarımız her geçen gün ailesinden, toplumundan uzaklaşıyor. Biz duygusunun yerini, her geçen gün “ben” duygusu almış durumda. Sorumluluk bilinciyle kazanıldığı için “ben” duygusu ile her geçen gün ondan uzaklaşılıyor. Karen Fogg’ların istediği tam da böyle bir yapı. Sizlere, toplumumuzda birçok insanın ilgilendiği futbol dünyasından bir örnek verelim: Bizim futbolcularımız, aldıkları ücretlerde gayet profesyoneldir ama yetişme tarzından dolayı da zihince, bilinççe maalesef amatördür.
Sorumluluk emek ister çünkü kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapamazsın. Kendini düşündüğün kadar başkasını da düşünürsün. Bu özellik, insanı aynı zamanda geliştirir ve kişiyi özgür kılar. Çünkü sorumlu olduğun ölçüde özgür olabilirsin. O nedenle sorumluluk = özgürlüktür.
Hüseyin Helvacı
ALKÜ 60+ Tazelenme Üniversitesi
3. Sınıf Öğrencisi