Yaşadığı her sorunda ayrılığı düşünenler…
Çoğunlukla ebeveynlerinden birini “iyi”, diğerini tamamen “kötü” olarak gören kişiler oluyor.
Çocuk zihninin şekillendirdiği bu keskin ayrım, yetişkinlikte de ilişkileri yorumlama biçimini etkiliyor. Bu kişiler için dünya iki renkten ibaret: ya siyah ya da beyaz. Gri alanlara, yani hem-halliklere, çelişkilere ya da karmaşıklıklara yer yok. Oysa yaşam tam da bu alanlarda filizleniyor.
Carl Rogers’ın koşulsuz kabul ilkesine göre, insan ancak olduğu gibi kabul edildiğinde, savunmaya geçmeden kendisi olabildiğinde gerçek anlamda gelişebilir. Ancak siyah-beyaz düşüncenin hâkim olduğu bir dünyada, ne kendimizi ne de başkalarını bu haliyle kabul etme şansımız olur. Çünkü bu anlayış, bizi sürekli bir değerlendirme, kıyas ve yargı döngüsüne hapseder.
İlişkilerde her duygunun ya “iyi” ya da “yaralayıcı” olarak tanımlandığı bir iç dünyada, sevgi de bir tür keskin bıçak gibi işler. İlk başta dokunuşu hassas ve anlamlıdır; ama keskinliği, kabul edilmemiş duygularla birleştiğinde içimize işlemeye başlar. Tıpkı şarkıda söylendiği gibi: “Keskin bıçak, içime batıyor yavaş yavaş...”
Koşulsuz kabulün yokluğunda, yakınlık bile kişiyi parça parça edebilir.
Peki ya çatışmasız ilişki mümkün mü?
Birinin bize her haliyle yalnızca “iyi” hissettirmesi gerçekçi mi?
Yetişkin olmak, iyilik hâlini tümüyle bir başkasının varlığına bağlamaktan vazgeçmek değil mi?
Rogers’ın dediği gibi, “Paradoks şudur ki, kişi kendini olduğu gibi kabul ettiğinde ancak değişebilir.”
Belki de gri alanlara izin vermek; sevdiklerimizi hem iyi hem de zor yönleriyle kabul etmek, kendimizi de kırılganlıklarımızla birlikte kucaklayabilmenin bir yolu.
Çünkü en derin kesikleri, başkası değil; görmediğimiz, bastırdığımız parçalarımız bırakır.
Ve iyileşme, o keskin bıçağı yere bırakmakla değil; onunla neyi kesmeye çalıştığımızı fark etmekle başlar.
Belki de artık mesele, haklı çıkmak değil; içsel yaralarımıza biraz daha şefkatle yaklaşmayı denemektir.
Birlikte yaşanabilir gri alanlara, çatışmadan büyüyebilecek ilişkiler kurmaya bir adım atmak mümkün olabilir mi?